BİR KENTİ ISKALAMAMAK


Hissettiğim şey sadece heyecan. Çünkü, öyle bir görev üstlenmişim ki kendi kendime, 8000 yaşında bir dünya güzeli hakkında kimsenin söylemediği şeyleri söylemeye çalışıyorum. Heyecanlıyım, çünkü kendini “kelimelerin efendisi” sanan ben harfler teker teker ellerimden düşerken korkuyorum onu eksik anlatırım diye. Endişeliyim, hem de çok… Ama, biliyorum yapabilirim. Çünkü, aşk her şeyin üstesinden gelir.

Çemberin dışına çıkıp bakmadan görülmüyor güzellikler. “Ol mahiler ki derya içredur,derya nedir bilmezler” demiş ya Baki, işte o hesap…

Hayat standartlarınız değişip Lidyalıların muhteşem buluşundan elinizde çokça bulunsa da kusura bakmayın, önünüzden akıp giden sadece basit bir sokak ve ne yazık ki Ninova’ya kadar uzanan “Kral Yolu” değil. Hem farkında mısınız ? Siz sadece kendi ruhunuzun kralı ya da kraliçesisiniz, içinizde farklı farklı sizler var kuşkusuz. Yani siz kendi öz kopyalarınız arasında eşitler arasında birincisiniz. Hepsi bu … Kusura bakmayın hiç, deryadaki diğer balıklar farkınızda değil.

Bir kenti yaşamak nedir ve bu nasıl bir şeydir ?

En iyi restoranlarda en iyi yemekleri yemek, en eğlenceli barlarda gecelere akmak, en mutena semtlerde yaşamak ve o seçkinci ruhunuza denk düşen CD değiştirici dahil her şeyi olan tam donanımlı otomobiliniz ya da kim bilir kent sokaklarını biraz daha yukarıdan seyreden 4 x 4 ‘ünüzle gitmek istediğiniz her yere ulaşıp yanınızdan geçen amortisörleri bozuk eski model körüklü ve ağzına kadar dolu otobüste ayakta seyahat eden insanların farkında olmamak mıdır kenti yaşamak? Hayır, bu sadece kentte yaşamaktır.

Eğer yanıtınız evetse benim size yanıtım cebimde beklemektedir zaten. Çünkü,benim için bu kenti ıskalamaktır ve eğer böyle yaşamaksa derdiniz, zaten sizin bir kente de ihtiyacınız yoktur. Kılıçbay’ın şehirlerinden biri size yeter de artar.

Bir kenti yaşamak ; onun sokaklarına sinen gülümseyişleri, acıları, küfürleri, çocukların koşturmacalarını, gevrekçinin bağırışını, bakkala sepet sallayan kadının sesini duyurma çabasını, gecenin karanlığında komşulara görünmeden sevdiği adama apartmanın giriş kapısında verilen “seni seviyorum” öpücüğünü, her an cinayet çıkacak kaygısı hissettiren karı-koca kavgalarını, aşk sarhoşluğunu alkolle bastırmaya yeltenmiş yeniyetme delikanlının s çizen yürüyüşünü hissedebilmektir.

Ben dört yıl bir şehri yaşadım, onu ıskalamamaya çalışarak. O bir Cumhuriyet güzeliydi. Çünkü, ne Galatlardan ne Romalılardan ne de Hititlerden pek bir şey kalmıştı ellerinde. Plan üstüne plan görmüş ve sonuçta ortaya gerçekten de bir Cumhuriyet güzeli çıkmıştı. Çirkin değildi elbette. Sadece griydi. Belki de bu yüzdendi Yahya Kemal’in Ankara ile ilgili en çok sevdiği şeyin İstanbul’a dönmesi olmasıydı. Cemal Süreya’ya “Dol (An)kara bakır dol” dedirten de ve aynı Ankara’yı “İyi kalpli üvey ana”ya benzetmesine neden olan da bu olabilirdi belki de.
Yüzüne hüzün yapışmış o şehirde “Hüznün Hikayesi”ni ben besteledim Necip Gülses’ten önce. Ama, onu sevdim de. Bu hüzünden keyif çıkarmayı becerdim. Çevre Sokak’ın aristokrat ruhunda, Arjantin Caddesi’nin kafelerinde, Tunalıhilmi’nin kestane satıcılarında, Kuğulu Park’ın arsız kuğularında, Yüksel Caddesi’nin kalabalığında, Meşrutiyet’in kullanılmayan üst geçitlerinde,Ankara Kalesi’nin bana Kadifekale’yi hatırlatan uzak surlarında, Bilkent’in modernliğinde, yaz akşamları Batıkent’in insancıl balkonlarında, Cebeci’nin kalabalık düğün salonlarında, dağıttım gofretleri sanki yanlış bir şeymiş gibi almayan Sakarya’nın bütün mendil satan çocuklarında ve Or-An şehrinin soğuk sabahlarında bir şehrin içime baktığını ve usul usul fısıldayıp “Bana artık kızma, sorumlusu ben değilim” dediğini işittim. Iskalamamıştım Ankara’yı. Işıklarıyla, yağmuruyla ve hatta Cebeci İstasyonu’na özgülenmiş bir aşkla hayatıma akan bu şehri dudaklarından öpüp eşsizime geldim.

Eşsizim,tarihin hiçbir döneminde kendini anlatmak için çaba sarfetmemişti. İhtiyacı yoktu ki ! Çünkü o hep duruydu, apaçıktı ve güzeldi. Üstelik güzel olmak için uğraşmamıştı da. Kaleden ona baktığınızda yıllar içerisinde ona nasıl ihanet edildiğini farketseniz de yine de güzel olduğunu görebiliyorsunuz zaten. Ege onu güzel yapan şey değil onun güzelliğine güzellik katan şeydir son tahlilde.

Başka şehirlerin insanları gibi kendini duvarların ardına kapatmaz İzmirli. Göz önündedir hep. Rahattır. Çünkü, kimse kimseyi öyle kolay kolay ayıplamaz, yadırgamaz bu kentte. Çünkü, İzmirli böyle basit şeylerle uğraşmaz. Sokaklarda güle oynaya sohbetler edilir, hatta gerektiğinde çatır çatır kavga da edilir. İzmir’in en hakim kültürü işte onun bu özgürlüğünde gizlidir. İşte, bu yüzden de diğer göç alan kentler gibi gelenlere eklemlenmez. Aksine onları kendine benzetir, içine alır ve renklerine yeni renkler katar böylece. Yani taşlar hep bir şekilde yerine oturur İzmir’de.

İzmir, kendine inanır. Bütün güzel ve zeki kadınlar gibi çok hayranı olduğunu bilir ve bu duyguyu şımarmadan yaşar. 8000 yıl boyunca cazibe merkezi olmak kolay da değildir aslında. Ama, o hep kendine güvenir. Onu rakiplerinden geride bırakmak isteyenlere sadece kendisine olan güvenini kaybetmediği için direnir. Kıskanıldığını, arzulandığını bilir. Uğruna ne savaşlar çıkmıştır tarih boyunca. Belleği kuvvetlidir, hiç birini unutmaz. Ama tevazu sahibidir, kendini beğenmişlik yapmaz. Hoşgörülüdür aynı zamanda. Kendisine gavur diyene de kızmaz, güler geçer. İyi de yapar …

Derya içinde olduğunu bilen, etrafındaki şaheser mercanların farkında bir balık olduğumu düşünün şimdi bütün bu değerlendirmelerimden sonra. İnsan hayatın gürültüsünde bazen farketmiyor gördüğü güzellikleri. Çembere dışarıdan bakmak lazım yani. Körfezde gezinen ve zaman zaman vapurlara rotalarını değiştiren tepeli pelikanları da görebilmeli. Onları görünce Kayıp Balık Nemo’yu hatırlayıp gülümseyebilmeli. Punta’nın sokaklarında Katerina ile Tasos’un birbirlerine nasıl da sevdalı bakarken yandaki evin cumbasında gizliden gizliye gözyaşı döken Feraye’nin acısına da tanık olabilmeli, her ne kadar şimdi o perdesiz cumbada küçük bir kelebek uzaklara dalmış olsa da. Yaşadığınız yeri sevmek zorunda değilsiniz, ona alışmak zorunda da değilsiniz. Aklınız ve kalbiniz başka yerlerde takılı kalmışsa eğer, zaten ne alışmayı ne de sevmeyi denemelisiniz. Rüyaları için gri şehirler terk eden insanlar gördüm, rüyaları için gri şehirlere yerleşenleri gördüğüm gibi. Mavi şehirlerde yaşayıp gri kalanlar da var. Yaşanılan yer, yaşayanlardan bağımsız değil ki …
Yaşadığınız yeri ıskalamayın sadece. Çünkü, bir başınıza kalıp içinize baktığınızda Mungan’ın bahsettiği o yükseklik korkusunun depreşmemesi için sokaklarda ayağınıza takılacak hikayelere ihtiyacınız var.
Şeyda ARIKAN
01.09.2005





(Bana verdikleri ilham için Baki, Sezen Aksu, Ela Kurt, Ulaş Aydoğdu, Murathan Mungan ve özellikle Cemal Süreya’ya ve eşsizime teşekkür ederim.)

Yorumlar

  1. selam ben senay, gercekten super bir site, eger facebook veya twitter varsa eklemek isterim...

    YanıtlaSil
  2. Merhaba
    Ben Aylin. Sitenizi çok beğendim. Facebook ve twitter dan da takip etmek isterim.
    İyi günler...

    YanıtlaSil

Yorum Gönder

GEZGİNİN HARİTASI