BUON GIORNO ITALIA (1.GÜN)

Bundan öncelerde de kendimi tembel bir yazar olarak nitelemiştim. Ama hiçbir tembelliğim bir yazıyı koskoca bir yıl ertelemek kadar uzun sürmemişti.
Geçen yıl bugün ilk gününü yaşadığım büyük İtalya maceramı sonunda paylaşıyorum sizlerle.
Yazmasam içimde kalırdı. Evet, biraz geç oldu. Ama, oldu !
Bu yazı önümde engeldi. Çünkü, bunu paylaşmadan ötekileri paylaşmak bana doğru gelmiyordu en azından.
Umarım severek okursunuz. Saygılarımla...

(Hepsini 01.09.2013 tarihi itibariyle paylaşıyorum, Arka arkaya 8 başlık halinde...)


***


DÜŞESİN İTALYA GEZİSİ 

İLK DURAK : COMO .... VE ARKASINDAN MİLANO

Düşünsenize yıllarca aklınızdan geçirmişsiniz, sonra bir bakmışsınız yola çıkmışsınız. Havalimanına giderken de  pasaportuma "Adnan Menderes Hava Hudut Çıkış Kapısı" damgası vurulduğunda da hala inanamıyordum. Halbuki Milano'ya giden o uçaktaydım. Evet, gerçekten uçuyorduk. Biz İtalya'ya u-çu-yor-duk. (Heceleyince daha gerçekçi oluyor sanırım.)

Hayır, elbette ülke dışına ilk çıkışım değildi bu, bildiğiniz gibi. Daha önceki uzun metrajlı Japonya maceram bu  blogda anlatılmıştı ve yazın günübirlik Rodos hikayem bir önceki yazı konumdu.

Ama, bu İtalya'ydı. Eğer bir yere gideceksem bu ya Roma ya da Prag olacaktı. Ama, sekiz gün yedi gecelik büyük İtalya turu hayallerin bile ötesindeydi.

Evet, İtalya'ya kuzeyden girdim, Milano Malpensa Havalimanı'ndan. Berbat bir havada geçti uçuş, muhtemelen uçağımıza yıldırım bile düştü. Esaslı türbilanslar eşliğinde indik Milano'ya. Tur grubumuz iki otobüsten oluşuyordu. Bizim rehberimiz Cenk Bulut'tu. Havalimanında bagajlarımız beklerken havanın yağışlı ve soğuk olduğunu söyledi rehberler, kıyafet takviyesi yapmamız ve şemsiyeleri hazır etmemiz önerildi. Biz, 31 Ağustos'u sıcacık bir havada yaşamıştık İzmir'de. Hayalimizdeki İtalya, internetten yapılan havadurumu araştırmalarında yağmurlu gözüken ama 20-25 derece arasında seyreden,bu mantıkla çok da soğuk olmayan gelip geçici sağanaklarla süslü bir İtalya'ydı. Ama, aklımıza gelmeyen bir şey vardı: Biz kuzeye gidiyorduk. Hani şu Alplere yakın olan. Evet, aynen de öyle.

Otobüsümüze yerleştiğimizde gün henüz ışımamıştı ve İtalyan kargaları bizi selamlamaya çok uzaktı. Bize verilen programda ilk gün Cenova ve Portofino vardı, ama Cenk Bey bu yağışlı hava koşullarında programın değiştiğini ve bu yüzden ilk gün Como ve Milano'yu gezeceğimizi açıkladı.

Como'ya doğru yola çıktık. Daha önce de dediğim gibi, henüz sabahın körü olduğundan ve dehşet bir yağış başladığından otoban kenarında bir benzincide kahve molası verdik. Malum İtalya kahve ülkesiydi, ama biz espresso içemeyen Türklere istediğimiz ve alıştığımız kahve için Americano dememiz gerektiğini ilk burada öğrendik, ha bir de AutoGrill ile ilk burada tanıştık. AutoGrill, tüm otobanlarda bulunan bir dinlenme tesisi zinciri, marketi, kafesi, restoranıyla amaca uygun bir tesis grubu.

Benzinlik demişken İtalya'da benzinin 2 Euro civarında olduğu ve daha sonra televizyonda haberlerden anladığım kadarıyla buna aşırı tepkiler olduğunu söylemeliyim. Bir de bizi görsünler değil mi efendim ? (Nihat Sırdar'ın dediği gibi şimdi Norveç düşünsün)

Dağların ardından güzeller güzeli Como'ya vardığımızda, dünyanın hayran olduğu o buzul gölü sislerin ardında yağmurla başbaşaydı ve sıkı durun : sıcaklık 10 dereceydi.

Brunate'den Como Gölü

Pilin mucidi Volta'nın evini uzaktan görüp, şehir merkezine doğru kısa bir gezintiye çıktık. Como'nun Katedralini gezdik. Hemen ardından rehberimizin önerisini dinleyip tepeden Como'yu tüm güzelliğiyle görmek için fünikülerle, İtalyanca söylersek funicolare ile Brunate'ye çıkıyoruz. Çıkış ama ne çıkış ... Öyle buz gibi bir yağmur yağıyor ki, Como'nun fotoğrafını çekmeye çalışmakla aniden geri dönmeye karar vermek arasında kalıyoruz. Birkaç kareden sonra istasyona yöneliyoruz, ama bizimle birlikte çıkan grup bir önceki araçla bizden önce gittikleri için bize beklemek düşüyor. 15 dakikada bir seferi olan funicolare'nin bir türlü kalkmaması ve tarifenin anlaşılır olmaması bizi endişelere sevkediyor. Çünkü, eğer 10:00'da kalkmaz ve yanlış anladığımız gibi 11:30 ise sefer fena halde geç kaldık, çünkü buluşma saatimiz 11:30 ve daha "dakika bir gol bir" biz grubun geç kalan çifti oluyoruz.Neyse ki, 10:00'da kalkıyor  ve rahatlıyoruz. Zira, çok da acıktık. Aşağıda gördüğümüz McDonalds bizim için ideal kayıntı yeri gibi duruyor ve oraya gitmek için artık vaktimiz var. Mc Donalds sadece yemek demek değil, aynı zamanda gezinin bu anı ve bundan sonrası için ideal tuvalet molası demek. Öyle demeyin, turist olmak zor işmiş ve tuvalet gerçekten önemli mevzu ... Dünyanın başka şehirlerini bilmem ama tuvalet İtalya'da önemli problem, çünkü şehir içinde tuvalet bulmak o kadar da kolay değil. Dolayısıyla, bulduğun yerde girmekte fayda var.

Como Kıyısında

Bu arada, tabii Mc Donalds'ta yemek yerken eşimin yokluğunda bana asılan Corriera Della Sera okuyan amcayı da es geçmeyelim. Amca, İngilizce biliyor muydu ? Hayır ! Bana sadece "Greek ?" diye sordu. Başka  da pek bir sözcüğünü hatırlamıyorum. Bir İtalyanla tek kelime İtalyanca bilmeden sorularına İngilizce karşılık vererek konuşabileceğimi ilk Como'da keşfettim. Bana Como'nun Sicilya'ya benzediğini anlattı mesela. En son bana "Solo ?" diye soruyordu ki ben bunu anlamadım. Orada işaret dili devreye girdi, mesele yüzük parmağı ile gösterilince, ben tuvaleti işaret ettim ve eşim gelince amcam Corriera Della Sera ile bütünleşti :))




Yemekten sonra buluşma yerimiz olan Demiryolu Parkı olarak tanımlayabileceğim (çünkü, lokomotifler vardı sergilenen) parktan hareket ettik. İstikamet: Milano !


Milano'ya geldiğimizde hava biraz bize acımıştı. Çünkü, dağdan düze indiğimizden olsa gerek, hem biraz ısınmış hem de biraz açmıştı.

İlk fotoğraf molasını Castello Sforza önünde verdik. Sforza, bana yabancı değildi aslında. Çünkü, üstat Macchiavelli'nin Il Principe'de bahsettiği isimlerden biriydi Medici'lerle bağlantılı olarak. Bu kalenin hemen önünde de güzel bir çeşme vardı, tabii bizim çeşme mantığımızla bakmayalım olaya, daha ziyade görkemli bir fıskiye.

Castello Sforza
Fotoğraf molasının ardından tur programlarında panoramik şehir turu denilen şeyi yapıyoruz, bu cafcaflı tamlamanın aslında otobüsle kentin haritasını çıkarmak olduğunu anlıyorum bu sayede. Bu tur içinde Roma Döneminden kalma pek çok eski kapıyı görme fırsatını buldum, çoğu şimdilerde kavşaklarda kalmış. Malum her yol Roma'ya çıkar, bu kapılar da Roma'ya gitmek için olmalı. Sur filan ararsak eğer, Milano'da onlardan yok maalesef.

Bir sonraki durağımız kentim tam orta yeri aslında. Burada meşhur Duomo Katedrali, Galleria Vittorio Emanuele ve Scala Tiyatrosu bizi bekliyor.

Scala Tiyatrosu "La Scala"

Burada birkaç dipnot vermeme lazım : buradan sonra daha tonla Duomo ile karşılaştık. Çünkü, Duomo kubbe demek. Gerçi gördüğümüz tüm katedrallerde kubbeler olmasa da onların adı bu, belki de gök kubbe manasına. Duomo'la o kentteki en büyük katedral oluyor ve her katedralin önünde bir Piazza Del Duomo var, yani oranın adı Duomo Meydanı.

Il Duomo


Bir de Vittorio Emanuele olayı var. O da ne derseniz ? Söyleyeyim, İtalya'nın en önemli adamı. İtalyan birliğini 1871'de sağlayan adam. Büyük kahraman, o yüzden her yerde heykeli var, o yüzden her yerde meydanı var.
Piazza Duomo
Bir diğer dipnot ise bu gezinin ilk ve son durağının birbirine düşmanlığı ile ilgili. Milano ve Napoli birbiriniz hiç sevmeyen iki İtalyan şehri, tam anlamıyla Kuzey-Güney durumları.  Birbirlerine rakipler ve İtalya ortadan ikiye ayrılsa biri Kuzey'in başkenti olur diğeri de Güney'in. Milano, Napoli'yi asla beslemek istemiyor. Çünkü, sanayi kuzeyde ve Napoli'de hayat huzurlu, tatil ruhu var.
Milano'da spagettinin yanında kaşık isterseniz, sizi ya turist sanıyorlar ya da Napolili. Çünkü, onlara göre spagetti kaşıkla yenmez ve bunu ancak aşağılık Napolililer yapabilir.
İki şehir arasındaki rekabet şehir yapılarına bile sıçramış durumda. Her iki şehirde de birbirine çok benzeyen birer galleria ve birer büyük tiyatro var.

Galleria Vittorio Emanuel, eski ve tarihi bir alışveriş merkezi, içinden sokak geçen kapalı bir mekan. Bana Kobe'deki Sannomiya'yı hatırlattı aslına bakarsanız. Tabii o çok daha modern bir versiyonu. Yerdeki döşemelerin güzelliği ise muhteşemdi burada.

 Scala Tiyatro'sunun Türkiye'nin gururu büyük opera sanatçısı Leyla Gencer'in yıllarca sahneye çıktığı yer olduğunu öğrenmek ise güzeldi. Tiyatro önündeki meydanda Leonardo'nun (bu gezide o kadar çok hikayesini dinledik ki Cenk Bey'den bizim için artık Da Vinci değil, sadece Leonardo) güzel bir heykeli var. Yaşamı boyunca çok sıkıntı yaşamış bir sanatçı ve bilim adamıymış kendisi.

Duomo'ya kıyafet kontrolü ile giriş yapılabiliyor, sayın Papa öyle buyurmuş. Bizim için sorun yok, ama meydanda hem bir kalabalık var, hem de televizyon kameraları. Ne olduğunu anlayamadan içeri girdiğimizde, dualarla karşılaştık ve yavaş yavaş ilerlerken mihraptaki cenaze bizim için şaşırtıcıydı, ve üzerindeki kıyafetler önemli bir adam olduğunu gösteriyordu. Piskopos falan herhalde diye düşündüğüm adamın, akşam haberlerinde bir kardinal olduğunu öğrendim. Hani şu papa olabilenlerden... Ondandır ki, tesadüfen girip ister istemez saygılarımızı sunduğumuz kardinalin cenaze töreninin bitiminden sonra Duomo'ya girebilmek için inanılmaz bir sıra oluşmuştu. Şanslıydık yani...
Duomo, bu gezide gördüğümüz en büyük katedrallerden biriydi. Mimari olarak hiçbir akıma tam olarak uymayan, fena halde görkemli ve gösterişin alıp başını gittiği bir eserdi. O kadar çok heykel vardı ki üzerinde, anlatmakla o resmi gözlerinizin önüne getiremem...Her yerinde İncil'den bir hikaye canlandırılmış, inanılmaz bir şaheser...

Milano sokaklarını bol bol gezdik serbest zamanımızda, EXPO 2015 için süslenen sokakları gördük. Evet, İzmir alamadı EXPO 2015'i. Perde arkasında çok şey yaşandı dense de, ben işin o dedikodu kısmını bilemem. Benim gördüğüm Milano elbette ki güzellikte İzmir'imle yarışamaz. Ama, bana hakettiğini düşündürdü. Çünkü, vermeden almayı değil almadan vermeyi düşünür bir görüntüsü var.

Milano'daki iki gece konaklamamızı Star Hotels Business Palace'da yaptık. Otelimiz güzel ve temiz olmakla beraber, muhtemel ki tur fiyatının ekonomik olması açısından merkeze uzaktı.İtalyan kahvaltısının espresso yanında bir tür kuru kurabiye/bisküvi olarak nitelendirilebilecek biscotta olduğu düşünüldüğünde otelimizin sunduğu kahvaltıdaki peynir bolluğu, ekmekler (bizim ağız tadımıza uygun), croissant'lar ve poşette de olsa çayın varlığı elbette ki iyiydi. Gezi boyunca Padova'da, Roma'da ve Montecatini'deki gecelemelerimizde de oteller kaliteliydi.

Heyecan gezinin 2. günüyle devam ediyor....Bir sonraki durak : Portofino ve Cenova.

Yorumlar

GEZGİNİN HARİTASI